THOUSANDS OF FREE BLOGGER TEMPLATES

29 Aralık 2009 Salı

Mutsuzluk

Mutsuzluğun temelinde hayaller, büyük umutlar yatar. Düşünmek ve hissetmek mutsuz eder insanı. Bir şeyi yoketmenin en kolay yöntemi ise temelini yoketmektir. Öyleyse mutsuz olmamak için; hayal kurmamalı, düşünmemeli ve hissetmemeliyiz. Yani birer ölü olmalıyız...

-What is it like when you die?
-It really hurts :)
(Serial Experiments Lain)

5 Kasım 2009 Perşembe

Forever Autumn

Sonbaharın hep hüzünlü olduğunu düşünmüşümdür. Bugün yine bir hüzünle karşı karşıyayım. Dünyanın en neşeli insanlarından biri kanser yüzünden kötü durumda...
Munise teyzem, dünyanın en güleryüzlü insanlarından biri... Uzun bir zaman önce kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Her türlü tedaviyi gördü, ameliyat oldu; ancak hastalıktan bir türlü kurtulmayı başaramadı.
Bugün saat 18 civarında annemden bir telefon aldım. Munise teyzemin bilinci kapanıyormuş. Kuzenim, Gizem, Bursa'ya doğru yola çıkmış. Belki de son kez bilinci açıkken görebilmek için.
İşte dünyanın en neşeli insanları bile sonbahara yenilebiliyor.

And the time will come soon
With the secrets of the rain and the storm again

Coming closer every day, forever autumn

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Yolumuz Uzun

Bölüm 1:

Eratian (Empyrean ile):

Mısır'da piramidlere bakıp Peru'da Machu Picchu içinde gezineceğiz, Çin Seddi üzerinde dans edip Victoria Şelaleri altında öpüşeceğiz...

Andromeda:

Italya'da her türlü özel yemeği tatmak, Ispanya'da bir bara gidip Ispanyollarla kaynaşmak, Strasbourg'ta şarap tadıp en beğendiğimi almak, Brugge'de bol bol fotoğraf çekmek istiyorum...

Irvin:

Karayipler'de Zeynep ile bir bungalowda yaşamak isterdim...

Mesta:

Miami ve civarında Cessna tipi bir uçakla uçmak, Google'ın Amerika'daki ofisinde çalısmak istiyorum... Ve Şam'da künefe yemek... Kaçmaz...

Orion:

Rio'da Rock n Rio festivaline katılmak, tercihen Iron Maiden izlemek istiyorum. Maldivler'de köpekbalıklarıyla yüzmek istiyorum...

Absinthminded:

Bergen'e gidip (Norveç) sokakta ''laheyya!'' diye bağırmak istiyorum. Kuzey ışıkları eşliğinde çayımı yudumlamak istiyorum...Isveç'te 'free hugs' t-shirt'ü giyip herkesin bana sarılmasını istiyorum...

Chaplin:

Kenya'ya gidip safari yapmak, Japonya'ya gidip gerçek bi geisha bulmak, Cannes'a gidip film festivaline bi şekilde girmek istiyorum!

21 Ağustos 2009 Cuma

Matien ve Halerie

Bölüm 2: Succubus'ların* Hikayesi

Succubus'lar bir tür iblislerdi ve erkekleri cezbederek yaşarlardı. Onların özelliği güzel bir kadın şekli almak, erkekleri tahrik etmek ve yaşanan ilişki boyunca karşılarındaki erkeğin enerjisi almaktı. Onların beslenme şekli buydu... Vampirlerle benzerlerdi aslında; sadece kan yerine bu yöntemi kullanıyorlardı. İlişki boyunca enerjisi emilen erkek ya hareket edemez hale geliyor ya da ölüyordu.

Bu yüzden succubus'lardan çok korkuluyordu. Bir dönem güzel kadınlar yakılmaya başlanmıştı. Hatta kurunun yanında yaş da yanıyordu. Güzel kızlardan bazıları succubus olmakla suçlanıyor ve cezalandırılıyordu. Sayıları azaldıkça onları yakalamak daha kolay hale gelmişti. Ancak insanların açgözlülüğü onları yakmalarına engel olacaktı. Dönemin güçlü ve kötü insanları succubus'ları birer birer yakaladılar. Onların yerine masum kızları yaktılar. Böylece onları ölmüş gibi gösterip, kendi istekleri için kullanabileceklerdi.

Gizli işlerini yapmak artık çok daha kolay olmuştu. Çünkü bir succubus'a karşı koymak neredeyse imkansızdı. Succubus'lara öldürmek istedikleri kişileri söylüyor, bunun karşılığında yaşamalarına izin veriyorlardı. Elbette ki kaçmaya çalışanlar oldu. Ancak yakalandıklarında büyük işkencelere maruz kaldılar.

Ve içlerinde en güzel olanın ismi ise Halerie'ydi. Mükemmel bir katildi. Duyguları yoktu ve erkekleri cezbetmesi çok daha kolaydı. İşini yapıyor ve geri dönüyordu. Bu kızıl saçlı güzel, ırkının en önemli kişisiydi.

Güzeller güzeli Halerie...

----------------------------------------------------------------------

*Succubus'un çoğulu aslında Succubi'dir.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Matien ve Halerie

Bölüm 1: Ent'lerin hikayesi

Ent'ler elflerden biraz sonra yaratıldılar. Aslında bir dev türüydüler; ancak görünümleri ağaca benzemekteydi. Kültürleri son derece gelişmiş varlıklardı. Öyle ki kendi dilleri bile vardı. Bu ihtişamlı varlıkların bir başka özelliği ise çok uzun bir hayata sahip olmalarıydı. Ancak ölümsüz değillerdi ve ent kadınları uzaklara gittiğinden soyları tehlikedeydi.

Yüzyıllar süren hayatlarında savaşı ve barışı gördüler. Ancak onları en çok korkutan insanlardı... Orta Dünya'daki ırkların soyları birer birer tükeniyordu. Bunlar olurken insanların egemenliği yükseliyordu. Ve ne yazık ki insanoğlu elflerin bilgeliğine ve iradesine sahip değildi. Her zaman daha fazlasını istiyordu. Bir zamanlar Orta Dünya'nın kurtarılmasına yardımcı olan bu ırk, şimdi Orta Dünya'yı kendi elleri ile mahvediyordu. Ve türler azalmaya devam ederken, sıra Ent'lere geliyordu.

Ent'ler konseylerini topladılar ve bir karar aldılar. Kadınlarını bulana kadar ormanlarda saklanacak, ağaç gibi davranacaklardı. Ama zamanla ağaçlar da yokolamaya başladı. İnsanlar ağaçları yok edip kendilerine bina yapmaya başlamışlardı. Ent'lerin saklanmaları zorlaşıyordu. Çoğu saklanırken ağaca dönüşmüştü. Çünkü bir Ent uzun süre kıpırdamadan durursa ağaca dönüşebilirdi. Ve bazıları da saklanmak için şekilden şekile girmiştir. Yıllar geçtikçe vücutlarında değişiklikler olmaya başladı. O heybetli varlıklar; küçülmeye, insanlaşmaya başladılar. Bazıları buna dayanamadı, hayatına son verdi. Ent'lerden geriye çok az bir kısım kaldı...

Zamanla bu kalan Ent'ler insanların boyuna indiler. Vücutları insan şekline girdi. Sadece tenleri insan teni değil, odundandı. Benliklerini korumalarını sağlayan bir tek bu kalmıştı. Ama yaşamlarının sonlarına geliyorlardı. Bir Ent için bile çok uzun bir yaşam sürmüşlerdi. Sayıları giderek azalıyordu. Ta ki bir kişi kalıncaya kadar...

Matien...

26 Temmuz 2009 Pazar

Disneyland 2

Evet, Disneyland'e gitmiş bulunmaktayım. Fazlasıyla yoruldum ama son derece de eğlendim. En başından başlıyorum günümü anlatmaya:
Sabah 9.30 buluştuk Nesliler ile, bindik metromuza. Saat 11 gibi Disneyland'e ulaştık. Lakin dış hatlar olduğu için bizim Navigolarımız geçerli değildi. Bu yüzden bilet almalıydık. Ama nasıl olsa çıkıyoruz diye aradan kaynadık, bilet almadık.
Daha önce bize sabahları stüdyo tarafı boş olur demişlerdi. Bu yüzden ilk olarak stüdyo tarafına gittik. İşte ilk atraksiyonumuz burda başlıyor. Aslında ben direk size nelere bindiğimizi anlatayım...

The Hollywood Tower Hotel
Sanırım en eğlendiklerimden biriydi. Yaklaşık bir yarım saat beklemeden sonra içeri girebildik. İçerisi son derece karanlık ve ürkütücüydü. Hiçbir detay atlanmamıştı. Bizi bir odaya aldılar. Kapılar ve ışıklar kapandı. Sonra bir televizyon açıldı ve bize buranın hikayesini anlattı. Buradaki asansör vasıtasıyla 4. boyuta geçilebiliyordu. Sonra bu meşhur asansöre bindik. Oturduk, kemerlerimizi bağladık ve korkuyla olucakları beklemeye başladık. Yukarı doğru çıkmaya başladık. Heyecan artıyordu. Bir kapı açıldı. Lazer oyunları olduğunu tahmin ettimiz bir şekilde ruhlar çıktı ortaya. Bizi çağırdılar yanlarına. Sonra kapı kapandı ve düşmeye başladık! Asansör düşüyordu! Hepimiz koltuklardan havalanmaya başladık ama kemerlerimiz bizi tutuyordu. Sanırım hayatım boyunca atmadığım kadar çığlık attım. Ama yine de inanılmaz eğlenceliydi.


Crush's Coaster

Aslında bu ilk bindiğimizde korkunç görünmüyordu... 1.5 saat kadar beklemeden sonra girmeyi başardık içeri. Kaplumbağaların sırtına biniyorsun. Ve tam binerken benim ayağıma kramp girdi! Bu yüzden çok fazla zevk alamadım. Ama döne döne gidiyorsun. Ve sanırım ters dönmeye yaklaşıyorsun içindeyken. Sanırım diyorum çünkü içerisi full karanlık ve nereye gittiğini göremiyorsun. O kadar hızlı giderken neler olduğunu anlamak zor.

Şimdilik bu kadar... Kahvaltı etmeliyim... Ama devamı gelecek...


24 Temmuz 2009 Cuma

Disneyland

Evet, sonunda Paris'e geldiğimden beri beklediğim şey olmak üzere... Birazdan Disneyland'e gideceğim!!! Star Wars turuna sanırım 17 kere bineceğim... Hatta her şeye 17 kere bineceğim! evet, döndüğümde nasıl geçtiğini anlatırım...

Gitmeme 5 gün kaldı ve ben ilk defa, şu birkaç günde Paris'ten zevk aldım. Özellikle dün gerçekten eğlence anlayışımı doyurabilecek aktivitelerde bulundum... Ne mi yaptık? Önce bir jazz bara gittik. İnsanlar dans ediyordu. Aksel'im yanımda yoktu ama dans etmek için... Anyway, insanlar dans ediyordu. Ve dans edenlerin bazıları 70 yaşında dedelerdi. O kadar tatlıydılar ki dans ederken... Onları izlerken hep onlar gibi olmayı hayal ettim. 60-70 yaşındayken sevdiğimle eğleniyorum... Çok güzel değil mi?

Sonra Nesli bizi bir yere götürdü. Açık mekan, park gibi bir yer. Müzik çalıyor ve insanlar dans ediyor. Ama insanlar dans ediyor dediysem; öyle 5 kişi falan değil, belki 200 kişi. Ve iki bölüm halinde birinde latin müzikleri diğerinde jazz çalıyor... Önce latin müzikleri çalana gittik. Nihan ve Ayla eve gitmek istediler. Onların eğlence anlayışını anlamıyorum doğrusu... Onları gönderdik yurda, biz başladık Nesli ile dans etmeye... Önce latin dansları... Orda çok kalmadık, jazz çalan bölüme geçtik. Başta uyum sağlayamıyorduk ama sonra çok güzel dans etmeye başladık birlikte. Herkes de bizi lezbiyen sandı, komikti.

Evet, dün gece böyle güzeldi işte... Bugünden iki katı eğlence bekliyorum... Sadece iki eksik var içimde... Aksel'im ve Gooça'm...

Just 5 days...

19 Temmuz 2009 Pazar

Pet Society

Evet, bu şapşal facebook oyununu seviyorum. Ama çok şirin değil mi yani? hatta bir örnek için aksel bey ile benim petlerimizin fotoğrafını koyuyorum:

17 Temmuz 2009 Cuma

Just...

13 days...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Arctic Fox

Geçenlerde Aksel bana hangi hayvan olduğumu sordu. Buna verecek bir cevabım yoktu. Hiç düşünmemiştim bunu. Bir süre istedim ondan ve hangi hayvan olduğumu düşünmeye başladım. Beyaz bir şey olmak istiyordum, bunu biliyordum. Önce Albatros olsam dedim. Albatros bana hep görkemli gelen bir hayvandır. Ama bir şeyler eksikti. Bu yüzden düşünmeye devam ettim. Ve en sonunda, dün gece hayvanımı buldum: Kutup Tilkisi!

Nightmare

Dün gece en kötü rüyalarımdan birini gördüm. Uyandım ve ağlamaya başladım...

Bilmiyorum daha önce bahsettim mi? Anneannem benim her şeyimdir. Dünyada kimseyi onun kadar sevemem. Dün gece rüyamda üç nesil birlikteydik. Ben ''Bohemian Rhapsody'' söylemeye başlıyordum.

''No escape from reality
Open your eyes
Look up to the skies and see''

Sonra anneannem de benimle söylemeye başlıyordu...

''Goodbye everybody-I've got to go
Gotta leave you all behind and face the truth
Mama ooo (any way the wind blows)
I don't want to die''

Sonra ben ağlamaya başlıyordum. Anneannem bana sarılıyordu. Sonra o da ağlamaya başladı. Beraber sarılıp öylece ağladık. Sonra çekti kendini, gözlerimin içine baktı ve şöyle dedi:

''Ağlama kızım. Bu normal bir şey biliyorsun... Kendi ayakların üstünde durmak zorundasın...''

Bana veda etti ve rüya bitti...

14 Temmuz 2009 Salı

Huzursuz Hande

İçimde nedenini bilmediğim bir huzursuzluk var. Aslında birkaç tahminim var; ama hiçbiri tamamen açıklamaya yetmiyor. neler mi olabilir huzursuzluğumun sebebi? Birincisi; bıktım burdan! Artık evime dönmek istiyorum. Aksel'in kollarına kendimi atmak istiyorum. Ona hep söylediğim gibi iş çıkışında elimde onun için yaptığım tempura ile beklemek istiyorum. İkincisi daha biyolojik bir neden. Tahmin edilebileceği üzere regl... Üçüncüsü ise ikinciye biraz bağlı bir neden. Günlerdir ağrıdan dolayı odamdan pek çıkmadım. Sanırım içerde biraz bunalmış olabilirim...

Ama hiçbiri içimdeki huzursuzluğu tam olarak açıklamıyor. Sanki bir şeylerden korkuyor gibiyim. Bir şeylerin gerçek olmasından. Kafamda kurduğum şeylerin gerçek olmasından... Hey! Sanırım bir şeylere ulaşıyorum...

İçimdeki korkunun neye olduğunu bulamıyorum. Nedir bu içimdeki endişe? Mutluluğumun bozulmasından bu kadar mı korkuyorum? Sanki elimde tuttuğum her şey camdanmış ve en ufak bir darbede hepsi kırılabilirmiş gibi geliyor. Korkuyorum, nedensizce korkuyorum...

Sanırım şu an bildiğim tek bir şey var: sevgilimin kollarında olmak istediğim... Nedir beni korkutan bilmiyorum. Ama biliyorum ki; onu çok seviyorum.

(Bu da en içten yazdığım yazıdır.)

iyi geceler...

7 Temmuz 2009 Salı

The Darkness and the Blue Blossom

There is a tiny light in my room
The darkness let it bloom
A blue blossom shows its face
And the creepy darkness says:
''We've let you live,
Be our slave in that case.
Or we will sent you back
And all will turn to black.
Decide! Decide! Decide! Decide!
And be by our side!
Forget about the hope you'll give
Think about what you'll receive!
Decide! Decide! Decide! Decide!
We know you'll choose the right!''

And the Blue Blossom answered
With a face has never feared
''Thank you for let me be
But i'll refuse it sadly
If you sent me to abyss
I'll fill it with peace
And i will find a way to live
I don't care about what you'll give
I'll carry the light to darkness
And save it from blindness!''

The Blue Blossom slowly disappeared
But it existed for the ones who trusted...

Sanırım çok fazla Tim Burton filmi izliyorum...

3 Haziran 2009 Çarşamba

Bir sonraki nickname 'toblossomblue'. çok açıklanacak bir şey yok aslında. 6 sene kadar önce Emre adlı bir arkadaşım 'To Blossom Blue' adlı şarkıyı yolladı bana. Dinlediğim gibi aşık oldum şarkıya. Hala da en sevdiğim şarkıdır.

Buyrunuz sözleri:

I'm bleeding in ways of the fire burned
I'm crying in ways of the nightbird
No more is there one to lay by my side
I'm straying in nightmares all the time

A little something I know
A little somewhere I go, reminds me of you

To blossom blue, is to blossom without you

I'm breaking but I cannot bear to
I'm staring but I cannot see you
For no more are you to lay by my side
I'm weeping no more then this second time

A little something I know
A little somewhere I go
Where the sweet waters flow, reminds me of you

A little something I know
A little somewhere I go
Where the sweet waters flow
Where the mistletoes grow, reminds me of you

To blossom blue, is to blossom without you

ve şurdan dinleyebilirsiniz:

1 Haziran 2009 Pazartesi

Anılara Saygısızlık

Evet, bugün anılarıma saygısızlık ettim. Nasıl mı oldu? Günlüğüme bakıyordum. Sonra fark ettim ki o sayfaları yırtıp atmak istiyorum. Nitekim yaptım da... Hepsini değil ama bazılarını yırttım. Ama bunu yaparken içimdeki nefret değildi. Ya da öfkeli değildim. Sadece... onu tanıdıktan sonra eski anılar çok da güzel gelmemeye başladı...

Dream away don't wait for the night
Cause any old time at all sounds good to me...

(Annihilator - Sounds Good to Me)

Evet, nicklerimi yazmaya devam ediyorum...
Sırada... Ledameth...
Klasik sorularımla devam ediyorum.

Ne demekmiş Ledameth?
Aslında Ledameth'in bir anlamı yok. Ben uydurdum bu ismi. Ancak kelimeyi ikiye böldüğümde iki parçanın da anlamlı olduğunu ve birlikte çok daha hoş bir anlam doğurduğunu anladım. Peki bölersek ikiye neymiş Leda ve Meth?

Leda: Yunan mitolojisinde Sparta Kraliçesi'dir. Daha önemlisi uğruna Truva Savaşı çıkan Helene'in annesidir. Zeus, bir gün Leda'yı görür ve kuğu şekline girerek onunla birlikte olur. Bu birliktelikten iki çocuk doğar. Bunlardan biri de Helene'dir.

Meth: Methamphetamine'in diğer ismidir. Uyarıcı özelliği olan sentetik bir maddedir. 1919'da Akira Ogata tarafından sentez edilmiş ve İkinci Dünya Savaşı'nda askerlerin uyanık kalması için iki taraf tarafından da kullanılmıştır. Eroin'den daha fazla bağımlılık yaptığı söylenmektedir.

Peki nasıl buldum bu Ledameth'i?
Bu ismi bulduğumda aslında ne Leda'yı ne Meth'i biliyordum. Bir zamanlar Okan adında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Hatta ikimizin aynı olduğunu söylerdi. Neyse bu ayrı bir konu. Günlerden bir gün Okan Wow'da karakterine isim bulmamı istedi. O an aklıma ilk gelen Ledameth'ti. Ona söylediğimde bayıldı bu isme. Ve böylece Okan'ın karakterinin ismi belli oldu.

Bakalım nerelerde kullanmışım bu adı?
Aslında bu Okan'ın ismiydi. Ancak Okan öldükten sonra bu ismi kullanmayı kendime borç bildim. Bu isim yazdığım hikayelerde kullanıldı. Ama burdaki karakterler Okan'ı anlatmıyordu. Sadece adları Ledameth'ti.

29 Mayıs 2009 Cuma

Aksel Bey'i fazlasıyla kıskandığım için ben de nickname lerimi açıklamaya karar verdim. En bilinen ve en sevdiğim 'Empyrean' ile başlamak istiyorum.

Ne demekmiş Empyrean?
Antik Yunan inanışında ateşten olduğuna inanı
lan göğün en yüksek katı demekmiş.

Peki nasıl buldum ben bu Empyrean'ı?

Günlerden bir gün düşünmekteydim 'şimdi biz okulda hep 'ilahi komedya' falan görüyoruz ama nasıldır acaba bu kitaplar' diye. Sonra okumaya karar verdim. Hemen açtım google'ı yazdım Divine Comedy, başladım okumaya... Derken Empyrean kelimesiyle karşılaştım. Ve 'aaaa ne kadar güzel' diye tepki verdim. Böylece benim nickim oldu.

Bakalım nerelerde kullanmışım ben bu adı?
Öncelikle yıllardır msn'de nickim olmakta kendisi. Aynı zamanda World of Warcraft'da bir karakterimin de adıydı. En yakın zamanda da nüfus idaresine gidip adımı Hande Empyrean Özkur olarak değiştirmeyi planlıyorum.

Son olarak neye benzer bu Empyrean?



27 Mayıs 2009 Çarşamba

Karanlıkta mum ışığıyla oturuyorum karanlık korkum olmasına rağmen. Kulağımda 'Hope' diye bir şarkı var. İronik değil mi? Mumun kırmızı ışığı oyuncak bebeğimin suratına vuruyor. Ne kadar korkunç! Ama bu gece korkmuyorum. Bilmiyorum, belki de alıştım karanlığa, belki de bu geceye özel sadece. Bu yazıyı okuyan biri olsaydım muhtemelen bilgisayar başında yazıldığını düşünürdüm. Çünkü giderek garipleşiyor. Biraz önce ışık girsin diye açtığım penceremden baktım. Karşı apartmanda telaşlı bir şekilde bir perde kapandı. Garip, çünkü hala korkmuyorum. Hemen karşımdaki dairenin ışığı açıldı şimdi de. Göbekli, kel bir adam kim bilir ne zamandır değiştirmediği atletiyle içeri girdi. Benden çekinmiş olacak ki kaçar gibi çıktı. Arada şarkı değişti. ''Slave Called Shiver'' Kendimi ''American Beauty'' adlı filmde gibi hissettim. Evet, güneş batmak üzere ve benim ışığım gitgide azalmakta. Ve komik olan; hala korkmuyorum. Müzik susuyor, içeriden babaannemin yüksek sesle konuşmasını duyuyorum. Ardından ''Trains'' giriyor. O kadar yumuşak, o kadar tatlı ki müziği... Sevdiğim geliyor aklıma. O da bu müzik kadar tatlı, sımsıcak. Kokusunu duyuyorum yanımda olmadığı halde. ''Şu anda beni düşünüyor'' diye avutuyorum kendimi. Karanlık arttıkça gölgelerin hareketi de artıyor. Tatlımın gelip beni koruduğunu hayal ediyorum. Aynı ona çizdiğim resimdeki gibi... Gerçi o çizdiğim gölgeleri çuval giymiş insanlar sanmıştı; ama olsun. Beni çuval giymiş insanlardan da korur o. Kendi kendime gülümsüyorum. Sıcaklığını yanaklarımda hissediyorum. Kafamda farklı bir düşünce doğuyor şimdi. Bu yazıyı kendime mi saklasam; yoksa bloğuma mı koysam? Sanırım bloğuma koyacağım. Zaten fazla okuyanım da yok. Ve yine şarkı değişiyor. ''Lazarus''. Bana gene onu hatırlatıyor. Bana dolunayın kırmızı olduğu gece Bloodmoon diye mesaj atması geliyor aklıma. Bu sırada kulağımdan şu sözler geçiyor: ''Follow me down to the valley below, you know, moonlight is bleeding from out of your soul.''
Karanlık arttıkça yazmak daha zor oluyor. Mum çok uzakta, ışığı bana ulaşmıyor. Bu arada ikinci sayfamın da sonuna geliyorum. Uzun zamandır böyle düşündüklerimi yazmamıştım. Yani hikaye anlatır gibi... Şarkı yine değişti. Bu sefer ''Roll the Bones'' . Bana Gökçe'yi hatırlattı. Beraber Rush dinlediğimiz günleri. Uzun bir aradan sonra liseye karşı özlem duydum. Gökçe ile sabahları çay içmelerimiz, kulağımızda ya Rush ya Led Zeppelin okula yürümelerimiz, Gökçe'nin her sabah 'Hande yine geç kaldın!' diye delirmeleri... Şimdi Sakarya'da Gökçe'm. Haftasonlarını birlikte geçiriyoruz. Ama her gün görüşmek gibi olmuyor. Üçüncü sayfanın da ortalarına yaklaşıyorum. Yavaş yavaş elim ağrımaya başladı. Tek kulaklığımı çıkardım. Babam içerde yangınla ilgili vaaz veriyor. Dedem babamın çok bilmiş tavırlarına sinirleniyor... Sıkıldım onları dinlemekten.
Şarkı değişiyor. Sonraki şarkı ''In the Flesh'' . Geçen seneki Pain of Salvation konseri geliyor aklıma. Aksel'in de orda olduğunu ancak onu görmemiş olduğumu fark ediyorum. Garip değil mi? Yani kim bilir kaç kere aynı yerde bulunduk onla; ama hiç görmedik birbirimizi. Ta ki bu seneye kadar... Aklıma diğer Gökçe geliyor. Dün gece onlarda kaldım. Benimle dalga geçti. Ne diye mi? ''Sen değil miydin ben sevgililerimi sallamam diye dolaşan. İşte böyle şaşkına dönersin kendine göre birini bulunca...'' Haklı aslında. Senelerce ''cool'' insanı oynadım. Şimdi ise gece gündüz onu düşünüyorum.
Dördüncü sayfa... Sesini duymak için can atıyorum. Ama ne kontörüm var ne şarjım... Kulağımdaki müzik de ''I will always be there'' diyor. Gülümsüyorum. Aklıma çocukken aldığım kitap ayracı geliyor. Kim bilir nerelerde şimdi. Üzerinde şirin bir köpek vardı. Altında da ''I'll be waiting for you'' yazıyordu. Senelerce kitap sayfalarımı ayırdı. Belki de şimdi de bir yerlerde bekliyordur. Şarkı yine değişiyor. ''Second Love''. Nasıl bir CD hazırladıysam.. Sanki düşüncelere dalmak için hazırlamışım. Daniel Gildenlöw yumuşak bir sesle söylüyor şarkıyı. Tam mum eşliğinde dinlenecek şarkı... Hüzünlü ama sözleri. Hüzünlü olmak istemiyorum bu gece. Mutluluk da istemiyorum. En güzel duygu ''Huzur'' . Şu an %90 huzurluyum diyebilir. %100'e asla ulaşamıyorum. Sanırım %100'e ulaştığım gün hayatımın en güzel günü olacak. Şarkı değişiyor gene. ''Artificial Smile''. Mayışmıi halimden çıkıyorum. Eskiden kurduğum hayalleri kuruyorum yine. Gerçi hala arada sırada kuruyorum bu hayali. Her zaman dediğim gibi ''beni yaşatan hayallerimdir''. Bu hayal ne mi? Sahnede şarkı söylediğim hayali... Ama güzel bir sesim bile yok. Sadece hayal etmesi güzel. Yüksek seslere çıktığımda insanların şaşkınlığının hayali beni mutlu etmeye yetiyor. Sonra da şaşkın şaşkın sırıtmaları. Gece oldu... Artık korkmaya başladım. Camda kendi yansımamı görüyorum. Ne kadar da korkuncum... Evet, sanırım ailemin yanına gitme vaktim geldi. Korku beni iyice etkisine almadan önce...

19 Mayıs 2009 Salı


Anladığını sanmıyorum... Biliyorum korkuyorsun, gerçekten korkuyorsun. Ama bir gün o çok değerli tuttuğun korkuların uçup gidecek. Senin için bazı şeyler söyleyecekler, belki de çok önemli şeyler olucak bunlar. Ama hiçbirini önemsemeyeceksin. Duyarsızlaşacaksın söylediklerine. Sen de benim gibi olacaksın.

And all the fears you hold so dear will turn to whisper in your ear...


Ben mi? Ben düşüyorum, kayboluyorum. Ama aslına bakarsan hiçbir şey hissetmiyorum. Ne korku, ne telaş. Sadece düşüyorum. Her şeyi kaybettim ve sanırım artık çok da önemli değiller. Biliyorum, duyarsızlığım doğru değil. Böyle olmamalı; acıyı, korkuyu hissetmeliyim. Öyleyse, haydi tut kolumdan kurtar beni. Yardım et ki nefes alayım. Yardım et ki insan olduğumu hissedebileyim.


Help me to breathe

Serial Experiments Lain

-come here my lord while there is time...
(then he pieced the coldest mountains, jumped from the highest cliff, walked on the water for days, just to make his journey shorter...)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Dolunay

Biz kozmik denizciler sadece geceleri hareket edebiliriz. Yeterince büyüdüğüme karar verince ilk kozmik gezime başladım. Gezimi tamamlamak için sadece bir gecem vardı. Dolunayın ortaya çıkmasıyla yola koyuldum. Dalgalar beni götürmekteydi. Kurtlar bana ulumaktaydılar ama hiçbiri beni korkutmuyordu. Geri dönememe korkusu dışında...
İlk kozmik gezim olduğundan şaşkındım. Ayın ışığını izlemeye karar verdim. Işık dalgaları üzerindeyken aklımdaki şey evdi, onun yüzüydü. Evet, Dolunay'dan bahsediyorum. Işığıyla beni aydınlatmaktaydı yine... Ona bakmak bile benim için yeterliydi. Şimdi ise... ya sonsuza kadar uzak kalırsam ondan?
Geri dönmek istiyordum ama kaybolmuştum. Her tarafı kara bulutlar kaplamıştı. Göremiyordum sevgili Dolunay'ımı. Dünya'ya inmeye karar verdim. Çocukken anlatmışlardı orda güzel hayvanlar olduğunu, bizimle konuştuklarını. Sonra büyük dedem beni uyarmıştı: 'Bir insan görürsen hemen uzaklaş Empyrean, sana zarar verebilir...'
Işığımla parıldayan bir nehrin kenarına indim. Dünya'daki su o kadar güzeldi ki... Etraftan sesler duydum sonra. Korktum. Etrafımı kurtlar sarmıştı. Ama büyüklerimi hatırladım. Artık korkmuyordum.
'Ben bir kozmik denizciyim' dedim onlara. 'Yolumu kaybettim.'
İçlerinden biri öne atıldı. Yaşça diğerlerinden büyük olduğu belli oluyordu. 'Biliyoruz' dedi. ' Seni bekliyorduk...'
Etrafa meraklı kuşlar toplanmaya başlamıştı. 'Haydi seni güzelce dinlendirelim' dedi bir dişi kurt ve inlerine doğru yol aldık.
Kafamda çok soru vardı. Ve vaktimin azaldığını biliyordum. 'Neden beni bekliyordunuz?' diye sordum önce. 'Dolunay bize haber vermişti' dedi kurtlardan biri. 'Bu gece Kozmik Düş Gezegeni'nde kötü şeyler olacak. Belki de Dolunay ölecek... Karanlığın ordusu bu gece saldıracak. İşte bu yüzden gönderdi seni Dolunay yanımıza. Seni korumamız için...' dedi yaşlı kurt.
Beynim altüst olmuştu. Sevgili Dolunay'ım beni korumak için mi beni uzaklaştırmıştı? Geri dönmeliydim. Sevdiğimi kurtarmalıydım. Kapıya doğru yöneldim. 3 kurt önümü kesti. 'Gitmene izin veremeyiz' dediler. 'Gitmek zorundayım' dedim. 'Ne olursa olsun sevdiğimi kurtarmalıyım!'
Yaşlı kurt tekrar konuştu: 'İstesen de gidemezsin... Güneş doğmak üzere...'
'Umrumda değil' dedim. 'Ölümü göze alıyorum' ... Ve kendimi dışarı attım. Sonrası mı?

And with the morning sun.
A lonely teardrop falls down from my eye and I die...

20 Mart 2009 Cuma

Serbest Kürsü 1

Normallik

Normal sözcüğü asıl olarak normlara uygun demektir. Bir toplumun normları ise o toplumun genelinde gözlenen duruma göre belirlenmektedir. Bu durumda normallik, toplumun geneline uygunluk olarak da nitelendirilebilir. Tabi bu söylediklerim olaylar için geçerlidir. Kişinin normalliği genel anlamda söz konusu olamaz. Çünkü insanın karakterini oluşturan birçok özellik vardır. Bu özelliklerin tamamı topluma uygun ya da tamamı topluma aykırı olamaz. Bu durumda kişilerin değil, olay veya davranışların normalliğinden söz edilebilir.

Normallikle ilgili bir başka problem de 'normal' davranışlarda bulunmanın doğruluğudur. Benim düşünceme göre böyle bir değerlendirmeden söz edilemez. Örnek olarak, Türkiye'de eğitim durumuna göz atarsak, ilkokul mezunlarının çoğunlukta olduğunu görürüz. Bu durumda Türkiye için eğitim durumundaki normallik ilkokul mezunu olmaktır. Peki bu doğru mudur? Aslında burda doğru bilginin varlığı konusuna girmem gerekir ancak bunu henüz yapmayı planlamıyorum. Benim cevabıma gelirsek; hayır, doğru değildir. Ancak yanlıştır da diyemem. Benim yapabileceğim sadece ama sadece eğitim durumu konusunda normal ya da anormal olmayı seçmektir. Çünkü bu benim karakterimdir ve ancak kendi seçimlerimden sorumluyumdur. Başkalarının düşünce ve seçimlerini yargılama hakkım yoktur. Yani ilkokul mezunu olanların da bunun için elbet sebepleri vardır. Türkiye'deki bir başka 'normallik' olan aile baskısı ya da kişinin öznel seçimi olabilir. Varmak istediğim sonuç, kimsenin normal ya da anormal davranışa göre yargılanmaması gerektiğidir. Çünkü normalliğin ya da anormalliğin doğruluğu konusunda kesin bir bilgiye ulaşamayız.

Aslında tüm bu yazdıklarım sadece girişti.

Yazımın bundan sonraki bölümü, anormallik yüzünden yargılanmak üzerine. Yıllarca anormal olanı dışladık. Ve hala dışlamaktayız. Halbuki anlamadık ki onun yaptığı da sadece bizim gibi bir seçim yapmaktı. Kendisini ilgilendiren şeylere karışmamalıydık. Burdan yine klasik ders kitabı cümlesine geliyorum. ''Başkalarının haklarını zapt etmedikçe...'' Demek istediğim, her birimiz sadece kendimizle ilgili seçimler yaparken özgürüzdür ancak bir başkasına zarar ya da yarar vericekse bu seçimimiz, o kişinin bizim seçimimiz hakkında yargılama ya da onaylama yapması doğrudur. Diğer hallerde insanların seçimlerine karışılmamalıdır.

Tüm toplumlarda bir 'normallik' kabul edilen bir yaşam tarzından bahsetmek istiyorum şimdi de sizlere. Sistem gereklerine uymak, hayatını tek düze yaşamaktır normal olan. Bunun aksini düşünenler de vardır tabi ki. Özgürlük meraklılarıdır onlar. Seçimleridir onların anormal olmak. Ancak bu kişiler toplumda dışlanır. Çünkü sistemin işleyişinin bir parçası olmamaktadırlar. Çocukluklarından beri onlara öğretilenlere uymayanlardır onlar. Çocukken hepimize doktor, mühendis olmak öğütlenir. Farklı bir meslek söylendiğinde hemen bir kulp bulunur. Çünkü onlara öğretilen de budur. Çoğumuz çocukluğumuzda arkeolog ya da bir gezgin olmak istemişizdir. Bu düşüncelerimiz ise büyüklerce 'normal' olmadığından ötürü onaylanmamıştır. Peki büyüdüğümüze göre, neden hayallerimizin peşinden gitmiyoruz? Neden kendi isteklerimiz yerine, olmamız istenilen şey olmak için uğraşıyoruz? Çünkü içimizde dışlanma korkusu var. Kabullenilmeme korkusu, yalnız kalma korkusu. Yalnız kalmamak adına kendi benliğimizden vazgeçiyoruz. Seri üretimden çıkmış robot sürüsüne dönüşüyoruz. Bunu yargılıyor muyum? Tabi ki hayır. Çünkü bunlar sadece benim düşüncelerim. Başka bir insana göre sistem gereklerine uymak doğru olan olabilir. Çünkü bu durumda kendisi gibi insanlarla sorunsuz bir şekilde yaşayabilir. Belki hayalleri olmasa da sorunsuz bir şekilde yaşayarak kendini mutlu edebilir. Bir de sisteme uyup aynı zamanda hayallerini gerçekleştirmeye çalışanlar da vardır mesela. Çok yorucu olsa da hem hayallerine hem de sisteme uyar bu insanlar. Bu sadece seçim meselesidir yani. Olanla mutlu olmaya çalışmak ya da daha fazlasını isteyip risk alma seçimidir.

24 Şubat 2009 Salı

zavallı mum


zavallı mum... asla parlarken eridiğini göremedi...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Last FM